mehmet akif ersoy manzum hikayeleri

Baba, “Koca Karı ile Ömer” vb. içtimâî, manzum küçük hikâyeleri, şöhre-tinin temelini kurdu; fakat bu saha, onu tatmin etmedi. Mânen yaşayan her insan gibi, maddî hayatını devam ettirmek için, genç Âkif’in, bağlanacak bir ideal araması kadar tabiî bir şey olamaz. 1908’den sonra, memleketi- Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de 'hürriyetçi' öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının "12 Mart İstiklal Marşı'nın kabulü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü" Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı'nın kabulünün 99. yılında yad ediliyor. Mehmet Akif Ersoy'un kaleme aldığı ve bu ulusa 'korkmamayı' öğreten İstiklal Marşı'nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabulünün üzerinden 99 yıl geçti. MehmetAkif de camilerde verdiği vaazlar ve hutbelerle halkı vatan müdafaasına çağırdı. Daha sonra Anadolu'ya geçti ve Milli Mücadele'ye konuşmalarıyla, şiirleriyle, vaazlarıyla destek oldu. • 1920 yılında Burdur Mebusu (milletvekili) olarak Birinci Büyük Millet Meclisi'ne seçildi. 17 Şubat 1921'de İstiklâl Marşı 'nı MehmetAkif ersoy Asım adında belirtti gençlik. Mahalle kahvesi- manzum hikaye. Mehmet Akif Ersoy. Seyfi Baba (manzum hikaye) Mehmet Akif Ersoy. Küfe (manzum hikaye) nama nama habib di indonesia beserta fotonya. Mehmet Akif… Her 27 Aralık’ta ölüm yıldönümü hatırlanan insan… İstiklal Marşı’mızın şairi… Hayatı hakkında hemen herkesin birşeyler söylediği, yazdığı, çizdiği edebi bir şahsiyet… Bir çile ve dava adamı… İstiklal Marşı’na ödül konulduğu için “Para ödülü varsa ben yokum.” diyecek kadar dünya tamahına uzak… Şiirini kahraman ordumuza adamış ve hiçbir kitabına almamış olan vefakar bir dost… Derslerle ibretlerle dolu bir yaşamı oldu Mehmet Akif’in… Bu yazımızda onun evlatlarından Emin Ersoy’un hazin hikayesini anlatacağız. Akif’in üçü kız olmak üzere altı çocuğu vardı. Biri bebek yaşta vefat etmiş, diğer çocuklarının düzgün yetişmesi için yoğun kafa yormuştu. O Mısır’da iken yakın dostu Mahir İz’e bir mektup gönderir. Bu mektupta ”Emin ve Tahir ellerinizden öpüyorlar. Geçen kış onlarla birlikte bir resim aldırmıştık.” diyerek çocuklarının da bulunduğu resmin arkasına şu dört mısrayı yazar “Ne odunmuş babanız Olmadı bir baltaya sap ! Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz. Meşe halinde yaşanmaz, o zamanlar geçti; Gelen incelmiş adam devri, hemen yontulunuz.” İçerisinde hangi isyanları çağrıştırdığını, kimlerin yüzüne hangi acı gerçekleri vurduğunu sorumlu vicdanlara bırakarak onun en tanınan evladı Emin Ersoy’un hikayesine gelelim biz… Bu dört mısranın ithaf eldiği iki çocuk Emin ve Tahir’dir. Tahir hakkında çok fazla bilgiye sahip olmasak da Emin hakkında biraz malumat mevcuttur. Mehmet Akif, Burdur vekilliği yaptığı sürede Emin’i hiç yanından ayırmaz. Bir müddet aileyi Kastamonu’ya bile yerleştirir. Emin’i de oraya okula verir ve vazifeleri sebebiyle Ankara’ya döner. Emin bu yaşamdan sıkılır ve bir yolunu bularak Ankara’ya kaçar. Milli mücadele döneminde yaptığı hizmetlerin yanında ve en önemlisi İstiklal Marşı’nı da yazmış olduğu halde emekli maaşından bile mahrum bırakılan Akif, bütün bu sıkıntıların yanında Emin ile alakalı hiç iyi haberler alamayacaktır. Emin biraz çığırdan çıksa da babası onu Mısır’a yanına alır. Emin, 1934 yılında İstanbul’a geri döner ve askere gider. Askerde Kuran ayetlerini tefsir ile meşgul olur. Bambaşka bir kişi olur. İrtica suçuyla mahkemeye verilir. Ancak bir yolunu bularak kaçar. Nasıl yargılandığı, ne cezasına çarptırıldığı ve cezasının süresi gibi sorular ise hala araştırılmayı bekleyen sorulardır. Devlet; Mehmet Akif´e sahip çıkamadığı gibi onun emaneti olan oğluna da aynı şekilde sahip çıkamamıştır. Mehmet Akif´in oğlu, yoksulluk içinde sokaklarda hayatını geçirdi ve ölümü de aynı şekilde acı oldu. Akif´in oğlunun cesedi soğuk bir kış günü çöplükte bulundu. Emin’in acı sonunu usta gazeteci Çetin altan anlatmasaydı, Mehmet Akif’in hayat hikayesi ile ilgili bir bölüm belki de eksik kalacaktı. Devletin Mehmet Akif’e yaklaşımı ne ise oğluna da aynı şekilde olmuştur. Emin babasının makus talihinin mi, yoksa babasının yaşadığı kutlu davanın bedelini mi ödedi bilinmez. Yaşanan bu sahipsizliği ve arkasındaki dramı anlatan en acı örneği bize Çetin Altan, 2006 yılı başlarında SkyTürk´te bir bayram sabahı katıldığı programda açıklamıştı. Altan, çıktığı programda Akif´in oğluyla ilgili hatırasını anlatırken, ekran başınaki milyonlarca kişi duydukları karşısında isyan ederek, gözyaşlarına boğuluyordu. Hikaye şöyleydi; 1966 sonları, bir öğle sonrası odamdayım. Sizi biri görmek istiyor’ dediler. Buyursun’ dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla; Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum’ dedi. Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine; Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?’ türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı; Rahatsız etmeyeyim, sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim’ dedi. Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena, allak bullak oldum. Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla Siz ne münasip görürseniz’ dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. Durun bakalım neyimiz varmış’ gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu, elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı. Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim’ dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu! ” Bu hadiseyi her hatırladığımızda yüreğimiz dağlanır. İsyan duygularımız kabarır ve sorgulamadan edemeyiz kendimizi. İstiklal’in şairinin emaneti beş parasız çöp bidonlarında ekmek karıştırırken ölmüştür. Sahibi yoktur, babasından herhangibir mirasta kalmamıştır. Olayın bize yansıyan yönü nedir peki? Dönüp bugüne baktığımızda babaları en ufak bir mevki makam eline geçirenlerin çocukarı nerelerde neler yapıyor, hangi nimetlerde yüzüyor diye sorguluyoruz ya, faydası ne… İstiklal Marşı okunurken göğsümüz kabarıyor, heyhat! Ruhunu anlayamadıktan, mesajını kavrayamadıktan sonra kabaran göğüsten kime ne fayda… Bir vatan şairinin emanetine sahip çıkamadığımıza mı yanalım, yoksa kendi hali pürmelalimize mi, bilemiyorum. İstiklal şairimize ve tüm aile efradına, şehitlerimize rahmet olsun… Selam ve dua ile efendim… Milli şairimiz Mehmet Akif’in vefatının üzerinden tam 83 yıl geçti. Ondan geriye milletime armağanımdır’ dediği İstiklal Marşı ve ilk kez 1911 yılında basılan Safahat adlı kitabındaki şiirleri kaldı. İlk kitapta yer alan en eski şiir 1904 tarihini taşıyan “Bir Mersiye”dir. Mehmet Akif’in yoksul, çaresiz, hastalıklı, zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren toplumun, en alt tabakasından insanların hikayesini manzum bir dille anlattığı ilk kitaba ilerki yıllarda yazdığı şiirler de eklenir. “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı uzun şiir, kitabın ikinci bölümünü oluşturur, Halkın Sesleri’ ise üçüncü bölümdedir. Fatih Kürsüsünde’ dördüncü bölümde okurunu selamlar. Halkın Sesleri’nin bir anlamda devamı sayacağımız Hatıralar’ başlığı kitabın beşinci kısmında yer alır. Bu şiirlerin bazılarının Berlin’de kaleme alındığı bilgisini not düşelim. Kitabın belki de en çok okunan bölümlerinden birisi altıncı bölümü oluşturan Asım’dır. Mehmet Akif’in Mısır’da yaşadığı dönemde yazdığı Gölgeler’ bölümü ise Safahat’ın son bölümündeki şiirlerdir. Mehmet Akif hayattayken Safahat’ın her kitabı ayrı ayrı birkaç defa basılmıştır. Özellikle vefatının 50. yılından itibaren de pek çok yayınevi, resmi ve özel kuruluşça yedi kitap bir arada basılmış ve pek çok baskısı yapılmıştır. Türkiye’de en çok tiraja ulaşan şiir kitabı diyeceğimiz Safahat, 1987 yılında M. Ertuğrul Düzdağ tarafından yapılan çalışmayla Akif’in daha önce kitaba almadığı ama çeşitli dergilerde yayımlanmış şiirleri, şiirlerin basılış tarihleri de eklenerek özel fihristli olarak yeniden hazırlanmıştır. Bugün pek çok yayınevinden çıkan Safahat neredeyse her eve girmeyi başarmıştır. Biz de Akif’i vefat yıldönümünde bu önemli eseriyle anmak istedik. Farklı kuşaklardan ve farklı şehirlerde yaşayan isimlere Safahat kitabıyla tanışma hikayelerini sorduk. Değerli şair, yazar, koleksiyoner ve kültür insanlarına aşağıdaki şu iki soruyu yönelttik 1 Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ıyla ilk kez ne zaman, nasıl tanıştınız?2 Safahat’ta döne döne okuduğunuz şiirler hangisidir? Neden?Uğur Derman, Hüsrev Hatemi, Berat Demirci, Haluk Oral, Necati Mert, Muzaffer Serkan Aydın Mustafa Çiftci ve Fatih Baha Aydın sorularımıza içtenlikle cevap verdiler. Böylece bir yandan farklı kuşakların Akif ile tanışma hikâyeleri ortaya çıkarken, bir yandan da Safahat’ta birkaç nesil boyunca hangi şiirlerin gündemde kaldığını okurken siz de yukarıdaki soruları kendinize ve çevrenize yönelterek bu “ankete” katkıda bulunabilir, cevaplarınızı yenisafakkitap ya da safahat adresini etiketleyerek bizimle paylaşabilirsiniz. Safahat’ın büyük şairine rahmet diliyoruz. BERAT DEMİRCİ Safahat bir bütünEvde Safahat vardı, zamanını hatırlamıyorum. Safahat, büyük şairin kaleminden çıkan manzum sosyoloji kitabı gibidir. Modernleşme süratle başlamış… Kağşamış müesseseleri de yerlerine ikame edilenleri de şairimiz yüksek sesle eleştiriyor. Safahat’ta medrese ile yeni mektepleri mukayese eden bir şiiri vardır meselâ… Mektep, mukallitler elinde, medreseden daha beter bir hayal kırıklığı doğurmuştur. “Asrın idraki” dediği, Garp tefekkür ve medeniyetine Müslümanca bir cevap verememenin üzüntüsü, Safahat’ın her bölümüne olduğu gibi Âkif’in suretine de sinmiştir. Şiir kudretini müşahede ettiğimiz, fotoğraflara yazılan mısralar; hüznün eşkalini çizmektedir. İmanî bir mevziden su gibi akan bir aruzla yazılan şiirler, modern zamanlarda “söylem şiiri” yazanları etkilemiş olabilir. Çocukluğumun Safahat’ı geniş ailenin hangi ferdine düştü bilmiyorum. Zengin olmamasına rağmen, ziyadesiyle karışık kitaplığımda lazım olduğunda el atacağım kitaplardan oluşan bir raf var… O raftaki kitaplar arasında Safahat başta gelenlerdendir. Kolayca uzandım; biri resmen tiftiği atmış 1977 baskı, diğeri taraveti henüz yerinde iki nüshayı çektim. Suallerinize cevap verebildim mi bilmiyorum ama o niyetle oturdum. Elbette, eski olanı açtım ama ne bölüm seçebildim ne şiir. Safahat bir bütün, hiçbir parçası birbirine tercih edilmeyecek bir telif kudretine sahip bir eser… Birinci Kitap’taki “Seyfi Baba” şiiri çok dokunmuştu, hele son mısralarda Âkif’in kendi halini arz edişi… Seyfi Baba’ya yardım kastıyla kesenin ağzını açmıştır; içinde para yerine, şairimizin “boynunu bükmüş mührü” vardır. FATİH BAHA AYDIN Öz itibariyle bana dokunan bir taraf varSafahat ile tanışmam üniversite yıllarımda oldu. Bir okuma grubundaydık. Katılımcı arkadaşlardan biri, “Bir Gece”yi okuyordu sanırım. Hanım bir arkadaşımızdı... Şiirin ortalarındayken birden ağlamaya başladı, müsaadesini istedi ve sınıftan ayrıldı. Şiiri bitiremedi yani... Bunun üzerine hocamız “Kalpten yazılan kalbe dokunur” demişti. O arkadaşın samimi hâli ve tabii şiirin gücü beni çok etkilemişti. Yalnız başınayken ağlamak neyse ama kalabalığın içinde kendini tutamamak... Bu biraz da eserin gücüyle alakalı. Ben Safahat ile böyle tanıştım. O arkadaşımın bu denli etkilenmesi bende ister istemez bir merak uyandırdı. Eseri edindim ve okumaya sık “Kör Neyzen”i okurken bulurum kendimi. Sanırım bu şiirde söz sanatlarından, kelimelerin ahenginden gelen bir derinlik değil; daha başka, öz itibariyle bana dokunan bir taraf var. Daha şahsî bir hikâye ve kendi içine kapanmış bir anlam dünyası var gibi... Hele kör neyzenin aldanıp ellerini yağmura uzatması ise muazzam bir tablo... Buram buram merhamet kokan bir şiir olduğu için döne döne okuyorum sanırım. HÜSREV HATEMİ Lise yıllarında ilk kez tanışmıştımİlkokulda İstiklal Marşı’nı öğrenirken Mehmet Âkif’le karşılaşım. Lisede iken 1955’de İnkılap Kitabevi’nden alarak Safahat’la tanıştım.“İstiklal Marşı”, Çanakkale Şehitlerine”, “Seyfi Baba” sonra “Bülbül” şiirinin de etkileyiciliğiyle çarpıldım. Vatan’ın elden gitme üzüntüsünün doruğunda söylenmiş bir şiirdir bu. HALUK ORAL Hala kitaplığımın başköşesinde dururSafahat’ı babam hediye etti. O zaman ortaokul öğrencisiydim. İnkılap ve Aka Yayınları’nın sarı karton kapaklı basımı. Biraz yorgun olmakla beraber hala kitaplığımın başköşesinde Akif’in Bursa’nın işgali haberini alınca yazdığı “Bülbül” adlı şiiri çok severim. Kurtuluş Savaşı’nın zor günlerinin havasını çok güzel anlatır. Asım’ın bir parçası olan “Çanakkale Şehitleri›ne” şiiri de en sevdiğim şiirlerinden biridir. “Küfe” ve “Seyfi Baba” şiirlerini de Mehmet Akif’in toplumsal duyarlılığını gösterdiği için çok severim. MUZAFFER SERKAN AYDIN Bir akraba ziyaretinde tanıştım Safahat’laBir akraba ziyaretinde tanıştım Safahat’la. Ortaokula henüz başlamıştım. Ödev için yeni temin edilmiş bir Safahat, akranımın elinde duruyordu. Bir şiir seçip ezberlemesi gerektiğini öğrenince, eseri daha yakından incelemek için kendisi yerine ezberlenmesi kolay bir şiir arayabileceğimi söyledim. Hangi şiiri seçtiğimizi hatırlamıyorum ama zannediyorum dönem sonunda, bir bahaneyle aynı kitabı bana hediye etmişti. Yıllar sonra ben de, masum bir bahaneyle esere ilgisini gösteren bir başka arkadaşıma aynı nüshayı hediye şairimizin ricasını emir telakki ettiğim için “Bana Sor Sevgili Kâri”, rahmetli babamın adını andığı ve hayatının hülasası “ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi” mısraını ihtiva ettiği için “Seyfi Baba” ve her gün bir idman gibi, ödev gibi tekrarladığım; nerede bulunduğumu, kim olduğumu, ne yapmam gerektiğini bana hatırlatan “ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından” mısraı aşkına ve elbette aziz şehitlerimizin hatırasını yâd için “Çanakkale Şehitlerine”… NECATİ MERT Toplum hayatını konu edinmiş şiirlerini severimSafahat’tan önce Âkif’i duydum elbette. İstiklal Marşı’mızın şairiydi. Hemen aynı ilkokul yıllarımda “Çanakkale Şehitlerine” başlığı altında verilen şiirle tanıştım. Ortaokul yıllarımda bu şiirden kimi mısraları mırıldandığımı, hatta seslendirdiğimi hatırlıyorum. Bunun bağımsız bir şiir olmadığını öğrenmem çok sonradır –fakülte edebiyat kitabımızda “Seyfi Baba”sı vardı şairin. Çok sevdim. Benzer şiirlerinden “Küfe”yi, “Hasır”ı ben mi buldum, yoksa onlar da önüme mi çıkarıldı, bilmiyorum. Toplum hayatını konu edinmiş şiirlerini bugün de severim –hele ki diyaloglar döne döne okuduğum bölümlerdir. Akif, kalabalıkları konuşturmada Ahmet Rasim kadar, Hüseyin Rahmi kadar başarılı benim için. Sadece bu şiirlerinde değil Safahat’ın bütün şiirlerinde bu böyle. MUSTAFA ÇİFTCİ Şiirlerini okudukça kavrulurumBenim Safahat’la karşılaşmam lise ikinci sınıfta oldu. O tarihten evvel Akif’in İstiklal Marşımızın şairi olması dışında bir malumatım yoktu. Lisede ise Harun Karakuş Hocam beni Safahat ile tanıştırdı. İlginçtir kendisi edebiyat hocası değildir ama okuma macerasında Safahat merkezde idi. Bize de sistemli şekilde Safahat okumamızı öğütlerdi. Kendisi zaten Safahat hafızları da hikâyecilik olunca hikâyeli şiirlerini çok okurum. “Kocakarı ile Ömer”, “Küfe”, “Hasta” şiirlerini okudukça kavrulurum. Akif’in pek çok şiirinde de hikâye unsurları vardır esasen. Ve bitmesin devam etsin bu hikâye dediğimiz şiirleri yok mudur? Devamı gelseydi daha neler anlatırdı acaba merak ediyor insan. UĞUR DERMANÇanakkale Şehitlerine şiirini Mahir İz’in gür sesinden dinlemiştim“Çanakkale Şehitlerine şiirini Mahir İz’in gür sesinden dinlemiştim.” 1 Safahat’ten bir şiirle henüz ortaokulda karşılaştığımı hatırlıyorum. Bu “Hasta” şiiriydi. “Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz; / Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz” beyti hafızama hemen yerleşmiştir. Dedem eczacı olduğu için, “Öksür Oğlum... Nefes al... Oldu, giyin; Bakayım nabzına... A'la... Sana yavrum, kodein Yazayım, öksürüyorsun, O, keser, pek iyidir... Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir” mısraları da pek hoşuma gitmişti. “Çanakkale Şehitlerine” şiirini ise Haydarpaşa Lisesi’nde Mahir İz’in gür sesinden dinlemiştim. 2 Döne döne okuduklarım ise “İstiklal Marşı” ve “Çanakkale Şehitlerine” şiirleridir. MEHMET AKİF ERSOY'UN MEYHANE VE MAHALLE KAHVESİ ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME Yrd. Doç. Dr. Bedri AYDOĞAN Türkoloji Araştırmaları 1997 Fuat Özdemir Anısı. Adana. 1997. ISBN 9758018-03-5 Şiirlerini dört gruba ayırabileceğimiz Mehmet Akif in ilk ve son grupta yer alan şiirleri bireysel, diğerleri ise sosyal ve toplumsal içeriktedirl. Onun sayıca fazla olan şiirleri de sosyal ve toplumsal konuları işleyen şiirleridir. Sanat hayatına yeni başlayan bir şairin bireysel konulu şiirler yazması şiirin doğası gereği normal kabul edilmelidir. Toplumculuğu, halkçılığı şiirinin önemli bir özelliği olarak kabul ettirdikten sonra yaşamının son yıllarında Akif in yeniden bireysel bir öze yönelmesi daha şaşırtıcı olmuştur. Akif, Gece, Secde ve Hicran adlı mistik ve lirik şiirleri üzerine şaşıran ve "Hayret, siz vadiyi değiştirmişsiniz?” diye soran bir dostuna "Benim asıl vadim bu idi. Ben şiirlerimi cemiyete faydalı olsun diye yazdım."2 cevabını verir. Bu cevap Mehmet Akif in topluma yöneliş nedenlerinden sadece birini gösterir. Halk acı çekerken, toplum rezil ve sefil olup yerde sürüklenirken hassas bir kalp taşıyan Akif in kendinden bahsetmesi olanaksızdı, Bu nedenle, " Hânümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı? Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı " 3 diyerek kendi dertlerinden söz etmeyi insafsızlık olarak görmüştür. " Bir değil yüz bin bahar indirse hattâ asuman; Hiç kımıldanmaz benim ruhumda kök salmış hazan! Dem çeker bülbül...Benim beynimde baykuşlar öter! Sonra, karşımdan geçer, bir bir, yıkılmış ianeler! "4 Bu dizelerinde sözünü ettiği "yıkılmış ianeler" ise onun şiirinde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü yuvaların yıkılıp ailenin dağılması toplumun zarar görmesine neden olacaktır. Topluma baktığı her an bu duyguları yaşayan, kötü gidişi gören Akif, sanatı, şiiri bir mesaj olarak görür ve o yolda kullanmaya çalışır. Edebiyattan beklediği de aynı şeydir. Nasıl bir edebiyata ihtiyaç duyulduğunu şöyle ifade eder "Biz bugün hey'et-i içtimâiyemizin gözünü açacak, hissiyatını yükseltecek, hamiyyetini galeyana getirecek, ahlâkını tehzîb edecek, hülâsa bize her ma'nâsıyla ders-i edeb verecek bir edebiyata muhtacız..." 5 Bu satırlar sadece bir ihtiyacı belirtmekle kalmıyor, aynı zamanda Mehmet Akif in yapmayı planladığı, uygulamaya çalıştığı şeyleri ortaya koyuyor. Yine bu satırlar edebiyata yarar ilkesi açısından yaklaştığını da gösteriyor. Bu yarar hem birey hem de toplum açısındandır. Akif e göre duygulu, hamiyetli, iyi ahlaklı bireyler yüce ve yüksek bir toplum oluşturacaklardır. Böyle bir toplumun oluşabilmesi yolunda şaire düşen mesajını şiirle vermektir. Bu düşünce içinde olan Akif, mesaj verilirken toplumun aksayan yönlerinin, hiçbir şeyi gizlemeden açık ve çıplak olarak ortaya konulmasından yana bir tutum içindedir. Bütün çirkinlik ve kötülükler gösterildiği takdirde insanların bundan bir ibret dersi çıkarmaları mümkün olabilir. Bunu başlıca amaç edindiğini "Nazmımla bugün yürümek istediğim gaye, rezail-i içtimaiyemizi ortaya koyup, halkı bunlardan tenfıre çalışmaktır."6 diyerek açıkça ortaya koyar. Mehmet Akif in şiirlerinde dört sosyal kurumun ön plana çıkarıldığı dikkati çeker Okul, cami, meyhane ve kahve. Okul ve cami eğitim kurumlandır. Bunlardan birincisinde örgün, ikincisinde ağırlıklı olarak yaygın eğitim verilmektedir. Akif her iki kuruma toplumun şiddetle ihtiyacı olduğuna inanmaktadır. Bu inanç nedeniyle okul ve camiden şiirlerinde çok sık söz eder. Bir başka deyişle bunlar kimi zaman onun amacı, kimi zaman da en önemli malzemesi, aracı olarak şiirlerinde yer alır. Bu iki kurum sayesinde toplum gelişecek, yücelecek, ülke yükselecek, refaha kavuşacaktır. Akif iyi, doğru, güzel ve olumlunun simgesi olarak gördüğü okul ve cami yanında iki kurumdan daha söz eder. Bunlar meyhane ve kahvedir. Kahve denince de aklına mahalle kahveleri gelmektedir. Bunlar tüm kötülüklerine ve zararlarına rağmen toplumun kurduğu, yaşattığı kuramlardır. Akif diğer İki kurumun ne kadar yanmdaysa, bunların da o kadar Itarşısındadır. Bireye ve topluma karşı en büyük düşman bildiği bu i> kurumlardan nefret eder ve toplumda da onlara karşı nefret duygusu "Auyandırmağa çalışır. Bu yazının amacı Akifin düşman bellediği bu olumsuz kuramlara bakışı ve onlar karşısındaki tavrıdır. Şiirlerden önce Meyhane ele alınacak, Mahalle Kahvesi değerlendirilirken yeri geldikçe Meyhane İle karşılaştırmalar da yapılacaktır. Daha sonra İki şiirin genel karşılaştırılması yapılarak sonuca ulaşılacaktır. Bu iki şiir biçim yönünden de benzerlikler gösterdiği için değerlendirmemiz yalnızca içerik açısından değil, aynı zamanda biçim açısından da olacaktır. Meyhane Meyhane, Mehmet Akifin manzum hikaye biçiminde yazdığı şiirlerindendir. Manzum hikayeler Mehmet Akifin estetik kaygıyı ihmal etmediği, buna bağlı olarak da biçim yönünden kimi arayışlara gittiği şiirleridir. 130 dizelik bu şiirde aruzun iki ayrı kalıbını kullanmıştır. Baştaki 22 dize iki l l'lik biçiminde düzenlenmiştir. 11 'ilklerde her dize birbiriyle kafiyelidir, l l'li iki bentten sonra gelen dizeler mesnevi tipinde kafiyelenmiştir. Bu, Mehmet Akifin sevdiği ve çok kullandığı bir kafıyeleniş biçimidir. Genelde şiirleri hacimli diyebileceğimiz özellikte olduğu için bu kafıyeleniş biçimi bir kolaylık da getirmektedirV. Meyhane şiiri de 130 dizeyle hacim açısından küçümsenemeyecek düzeydedir. Bu şiirde biçim içerik İlişkisi üzerinde dikkatle durulmuştur. Vezinde iki kalıbın kullanılması yanında kafıyeleniş biçiminin gösterdiği özellik de bu dikkatin gereği ve sonucudur. Dizelerin kümelenişi için de aynı şeyi söylemek durumundayız. 11'tiklerde tasvir yapılmıştır. Tasvir, Mehmet Akifin en çok başvurduğu anlatım Öğelerinden biridir. Yalnız bu bentlerdeki tasvirler onun genel tasvir özelliklerini taşımazlar. _Akifin tasvirlerinin değişmez ve genel -özelliği gerçekçi olması, somut yanının ağır basmasıdır. Bu somutluk çoğu zaman görüntüAuyandırabilecek ölçüdedir. Bulıentlerdeki tasvirler İse soyut özellikler gösterir. Çünkü bu tasvirler şairin kafasında meyhane hakkında uyanan düşüncelere ve oluşan birikime dayalıdır. Bu kısımda tasvirle anlatma içice girmiştir. Bu tasvirlerde kullandığı dil de yine Akifin genel özelliğinin tersine son derece ağır ve anlaşılmazdır. Yine biçim özelliğine bağlı olarak birinci 11 'likte meyhane ikinci ll'likte oradaki insanın tasviri yapılır. Birinci bendi söylediklerimizi örneklendirmesi açısından buraya alıyoruz. "Hurûşan bâd-ı süfliyyet derûnundan, kenarından; Girîzan rûh-ı ulviyyet harîminden, civarından. Çıkar bin nâle-i nevnıîd hâk-i ra'şe-dârından, İner bin zulmet-i makber fezâ-yı şeb-nisârından. Gelir feryâdlar ebkem duran her seng-i zarından Yıkılmış hânümanlar sanki çıkmış da mezarından, Dehân-ı hasret açmış rahnedâr olmuş cidarından! Çöker bir dûd-ı matem titreyen kandîl-i târından Sönüp gitmiş ocaklar yükselir güya gubârından! Giren bir kerre nadimdir hayât-ı müsteârından; Çıkan âvâredir artık cihanın kâr ü bârından. " Bu satırları birazcık açıklayıp, anlaşılır hale getirerek Akif in meyhaneyi nasıl bir yer olarak gördüğünü anlamakta yarar var. Buna göre meyhane sadece içinde değil kenarlarında bile aşağılık rüzgarının estiği bir mekandır. İyilik ve yücelik ruhu ise onun içinden ve çevresinden kaçışmaktadır. Zemininden ümitsizlik iniltileri çıkmakta, karanlık saçan havasından mezar karanlığı inmekte, dilsiz olmakla birlikte ağlayan taşlarından feryatlar gelmektedir. Yıkılan yuvalar, dağılan aileler mezarlarından çıkmış meyhanenin duvarlarındaki çatlaklarda hasret ağızları açmış inlemektedirler. Titrek ışığıyla karanlığı dağıtamayan kandilden ortalığa bir yas isi çökerken toprağından sönen ocaklar yükselmektedir. Bu tasvirden sonra bendin son iki dizesinde insan unsuruna geçilir. Bu herhangi bir insan ya da genel olarak insandır. Kişileşmemiş, ad kazanmamıştır. Meyhaneye girmiş olan bu insan iğreti, düzensiz hayatından pişmanlık duyar. Çıkan ise iş güç kaygısından uzak avare biri haline gelmiştir. Var olan kimlik ve kişiliğini de yitirmiştir. Birinci bendin son iki dizesinde meyhanedeki insanın maddi hayatı verilmiştir. Bu dizelerde, sefil, yaratma ve üretmeden uzak, dünya karşısında kayıtsız yitip giden bir insan tipiyle karşılaşırız. İkinci bentte bu insan biraz daha ayrıntılı olarak verilir. Bu ayrıntı onun psikolojik durumu dikkate alınmak suretiyle sağlanmıştır. Bu insan maddi yönden olduğu kadar manevi yönden de sefildir. Utanma duygusu, yüz suyu artık içkiler gibi yere dökülmüş, emel ve arzuları kırık kadeh gibi çöpe atılmış, ayaklar altında dolaşmaktadır. İnsanı insan yapan cevher ve ruh şarap dalgaları arasında boğulmuştur. Meyhanenin sakisi de müşterisine benzemekte, o da çirkin yüzünde görünen melunluk ile meyhanenin olumsuz ortamım tamamlamaktadır. İyice ayyaş olan müşterileri, ne geçmiş ne de gelecek ilgilendirmektedir. Gençliklerinin en güzel dönemini ellerinden bırakmadıkları içkiyle zehirleyerek yaşamlarını tüketmektedirler. Solgun alnına üzüntü ve acılık çökmüş; suskun, -taşlaşmış bakışlarında unutkanlık gözlenen bu varlığa insan demenin . imkanı yoktur. Çünkü onda insanı insan yapan hiçbir özellik, hiçbir kıymet kalmamıştır. Bu haliyle o tüm insanî değerlerinden soyulmuş, ruhunu yitirmiş bir bedendir. Ruhu olmadığı gibi kişisel bir tarihi ve hayatı da yoktur. Bu bentler içerisinde anlatılan, tasvir edilen meyhane ve insan değerlendirildiğinde nefret edilecek bir tablo ortaya çıkıyor. Akif in yapmak istediği de bu zaten. Böylesine olumsuz bir tablo ile halkta bu kurumlara karşı bir tepki oluşturmak istiyor. Bu tepkinin psikolojik ilk karşılığı da nefret duygusu uyandırmak oluyor. Akif, böyle kötülükleri barındıran bir mekanı bu denli kötü, çirkin, sefil, rezil tanıtarak insanların ondan kaçmasını sağlamak istiyor. Akif buraya kadar olan kısımda üçüncü bir kişinin ağzından konuşuyor. Dışardan bir bakış açısıyla meyhaneyi tanıtıyor. Biçim açısından olduğu kadar dil ve üslup açısından da önemli değişiklik gösteren şiirin bundan sonraki kısmında, "Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim; Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim. " diyerek birinci kişili bir anlatıma geçip, kendini ortaya koyuyor. Arkasından da, "Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâne Dikildi karşıma han kılıklı bir meyhâne" dizeleriyle okuyucuyu meyhane ile burun buruna getiriyor. Sokaklarda dolaşmayı seven ve şiirlerinde sokakların tasvirine önemle yer veren Mehmet Akif, bu şiirinde bir sokak tasviri yapmaz. Sadece üç unsurdan • söz eder. Bir sıra ev, bir virane yer ve sonrasında gelen han kılıklı bir yapı. İşte bu yapı meyhanedir. Evlerin bittiği yerde başlayan viraneden sonra meyhanenin gelmesi Akif in meyhaneyi sokaktan ve toplumdan uzaklaştırma çabası olarak düşünülebilir. Meyhaneye han kılıklı sıfatını vermesi de, o yerin bakımsız, harap olduğunu gösterir. Bir viranenin yanına da ancak harabe yakışır. Meyhanenin dışı böyle olumsuz biçimde çizildikten sonra içine girilir. Sade ve somut bir tasvirle meyhanenin içi yansıtılır "Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkan; İçinde bir masa, yâhud civar tabutluktan Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir! Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir. Sakat, bacaksız on onbeş hasırlı iskemle, Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgâhlık Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık. Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba... Önünde bir küme Fes, takke, hırka, salta, aba " Meyhanenin içi de dışı kadar sefildir. Sefil sözcüğünü Akif in kendisi kullanır. Bu tasvirdeki diğer sıfatlar da hep olumsuzdur. Sedir hurda ve eski püskü, iskemleler sakat ve bacaksız; şişeler kırık dökük, sandık kirli, lamba islidir. Peki ya havası nasıl? Hava da bu şiirin önemli unsurlarından biridir. Çünkü Akif ilk bentte bu hava üzerinde durmuştur. Orada karanlık, zulmet, ışıksızlık, duman ve isten söz etmişti. Hatta aynı anlama gelen bu sözcükleri tekrarlamış ve anlatmak istediklerini -pekiştirmişti. Aynı sıfatları somut olarak yaptığı tasvirde yine tekrarlı olarak kullanır. Orada bir yas isi yayan kandil şimdi yerini lambaya bırakmıştır. Ortalığı tam aydınlatmayan lamba, isli bir zulmet yaymakta ve bu izbe mekana bir vahşet havasını ilave etmektedir. Bu vahşet sadece mekanın yarı karanlık olmasından kaynaklanmamaktadır. Mekana vahşeti katan öğe, asıl oradaki insandır. Akif "Kımıldanıp duruyorken, sefil bir sohbet Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet" dizeleriyle bunu açıkça söyledikten sonra, bu sohbetten bir parça yansıtır. "Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyâdece ver... -Ziyâde, anladık amma ya içtiğin şişeler? -Çizersin..; -Öyle mi? Lâkin silinmiyor çetele! -Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu... -Hele! -Bizim peşin paramız... Almadın mı dün kuruşu? -Ayol, tükendi mezen... Bari koy biraz turşu. Arattı kendini ustan... Dinince dinlensin! -Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı söylersin! Nedir o türkü... Aman başka yok mu? Hah, şöyle! -Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle. Nevazil olmuşum Ahmed, bırak, sesim yok hiç... 1 -Sesin mi yok? Açılır şimdi Bir imam suyu iç! -Yarın ne iştesin Osman? -Ne işteyim...Burada! -Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşsun orada? -O kim gelen? -Baba Arif. -Sakallı gel bakalım... Yanaş. -Selâmün aleyküm. -Otur biraz çakalım... -Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para! -Ey anladık a kuzum... -Sar be yoldaşım cigara... -Aman bizim Baba Arif susuz muşuz içiyor! -Onun bi dalgası olmak gerek Tünel geçiyor. -Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicek sızarsın ha! -Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a. " Şiirin ilk iki bendinde kişilik ve ad kazanmayan insan burada z kazanır; Ömer, Hasan, Dimitri olur. Ancak bunların kişilikleri birbirini aynıdır. Başta belirtildiği gibi işsiz güçsüz, emelsizdirler. Aynı alışkanlıl la buraya devam edip ömür tüketmektedirler. Utanma, haya duyguların olmadığını, varsa da kalmadığını konuşmalarından anlıyoruz. Bu konu malarda büyüğe saygı, küçüğe sevgi ve şefkatin izine rastlanmıyor. Aral rındaki sohbetin aynı minval üzerinde dönmesi buradaki hayatın A gündemin hemen hemen hiç değişmeyeceğine işaret ediyor. İşte Akif derdi de budur. Yıkılması gereken bu kurum hala ayaktadır ve kendisi y rinde kalıp aileyi yıkmaktadır. Şiirin kalan kısmında Akif, sözü bu noktaya getirir. Buraya kad olan kısımda meyhanenin yıkıcılığı üzerinde durulur. Şiirin temasının t ucu budur. Asıl önemlisi diğer ucudur ki burada aile vardır. Meyhane l ailenin yıkılmasına neden olur. Ailenin reisi de bu meyhanen müdavimleri arasına katılmış gece gündüz içmektedir. Adam sadeı içmekle kalmayıp aynı zamanda kumar da oynamaktadır. Evini tamamı unutmuştur. Çaresiz kalan kadın toplumun tüm kuramlarınca a değerlerince kendisine yasaklanmış olan bu sefil mekana gelir. Ama kocasını eve döndürmektir. Kadın oradaki insanlara yuvaların geçmişini, halini, geleceğini az sözle ama hiçbir şeyi atlamadan anlatır. Şiiri şiir yapan bu kısımdır. Bu üçüncü bölümle şiir biter. Önceki iki bölüm aslında birbirinin tekrarıdır. Birinci bölümde de ikinci bölümde de aslında meyhane ve oradaki insanın tasviri yapılmıştır. Tasvir ise sanatta ancak bir araç olabilir. Şiiri şiir ve manzum hikaye yapan bu son kısımda kadın, oradaki insanların kendine yardım edeceğini ummaktadır. Ancak bu sefil insanlar yardım yerine yangına körükle giderler. Onların tahrikleriyle bilincini ve ruhunu yitirmiş olan koca karısını boşar. Akif in bu şiirde dikkati çekmek istediği iki nokta vardır Biri aile kutsaldır ve mutlaka korunmalı saygı gösterilmeli, diğeri ailenin düşmanının meyhane olduğu düşüncesidir. Mahalle Kahvesi Mehmet Akif in aile ve toplum düşmanı olarak gördüğü ikinci kurum "mahalle kahvesi"dir. Meyhane gibi kahve için de aynı adı taşıyan bir şiir yazar. Girişte belirttiğimiz gibi Akif, yararlı, iyi kurumlar olarak gördüğü okul ve camiden birçok şiirinde söz etmesine karşılık onlar hakkında müstakil bir şiir yazmamıştır. Ama zararlı kuramların her ikisi için de müstakil birer şiir yazar. Meyhanenin zararı herkes tarafından daha kolay anlaşılabilir. Çünkü ortamın getirdiği birtakım olumsuzluklar yanında içilen maddelerin insan üzerinde yarattığı olumsuzluklar var. İçki doğrudan doğruya insanın fizyolojisini etkiliyor. Belli bir süreç içinde de değişik boyutlarda olmak kaydıyla insanın sağlığını bozuyor. Buna karşılık kahvehanelerin durumu biraz farklı. Toplum bu kurumu meyhaneden daha kolay kabul edebiliyor. Kahvehanelerin ilk çıkışları göz önüne getirilirse toplumun onu niçin benimsediği anlaşılabilir. Osmanlı ülkesinde ilk kahvehaneler camilerin yanında açılmış ve sosyal işlevleri olan imaret kahveleridir10.Namaz vakitleri arasındaki boşluğu insanlar kahvehanelerde doldurmuş, küçük kulübeler biçiminde olan bu yerlerde çay içip sohbet etmişlerdir. Bunların bir kısmı daha sonra kıraathane şekline dönüşmüş, buralarda akşamla yatsı arasında hamzaname türünden kitaplar okunmuştur. Semai kahvelerinin kuruluşları ise daha sonraları olmuştur. Bunların sahipleri sanatçı ya da sanatçı ruhlu kişiler olduğundan buralarda edebiyatın da yeri olmuştur. Bunların sahiplerinin bir kısmı da yeniçeri ağalarıydı; kahveleri kendi ortalarını temsil etmekte ve yeniçerilerin toplanmasını sağlamaktaydı. Mehmet Akif in tasvir ettiği kahve ile semai kahvelerinin benzeyen ve ayrılan yanları vardı9. Mahalle kahvelerine mahallenin yaşlıları, itibarlı kişileri de giderdi. Bu kahvelerde mahallenin sorunları görüşüldüğü gibi kimi işleri de halledilirdi. Her kahvenin kendine göre bir adabı, usûl ve erkanı vardı. Daha az sayıda olan kıraathanelerde ise çay içilip, sohbet edilir; gazete, dergi ve kitap okunurdu. Tanzimattan sonra açılan Beyoğlu kahvehanelerinin havası ise başkaydı. Burada onlardan söz etmeyeceğizlO. Çünkü o kahveler Osmanlı toplumunun geniş bir bölümünü temsil etmiyordu. Bu bilgiler açıkça gösterir ki kahvehaneler Osmanlı'da sosyal ve toplumsal hayatın önemli kuramlarından biri olmuştur. Yine bu bilgiler ışığında esrarkeş kahveleri dışındaki Oralara batakhane demek daha uygun olur kahvelere hoşgörü ile bakılması normal görülebilir. Ama kahvehaneler bu halleriyle kalmadılar ve süratle yozlaştılar. İşte Mehmet Akif zaman içinde yozlaşan kahvelerin düşmanı oldu. Kahve denildiği zaman onun aklına insanları uyuşturan, bedenlerini çürüten, ruhlarını sefil eden bir mekan gelmektedir. Onun gözünde kahve bir batakhanedir. Osmanlı toplumunda bu tür batakhaneler de mevcuttull. Nitekim Berlin Hatırlarında arkadaşının "Biraz da kahveye çıksak..." teklifi onu titrerir. Çünkü kahve denince aklına bizim "mahalle kahveleri" gelmektedir. Kahveye gidince oranın bizim kahvelerimize hiç benzemediğini görür. Gördükleri karşısında da hayretler içinde kalır. Görkemli yapıları, mükemmel dekoru, temizliği, kadın-erkek, çoluk-çocuk bir arada oturulması, içindeki insanların temiz ve yüksek kültürlü oluşları ile bu kahvelere hayran olur. Bizim kahvelerimizde her şey burada gördüklerinin tersidir. Çünkü mahalle kahveleri pislik yuvalarıdır. İnsanları ise maddeten ve manen sefildirler. Akif e göre bu kuramların derhal kaldırılmaları gerekmektedir. Mehmet Akif aslında Meyhane ve Mahalle Kahvesi şiirlerinde aynı temayı işler. O da bu kuramların toplum için zararlı oluşları ve özellikle toplumun çekirdeği olarak gördüğü aileyi yıkmalarıdır. İnsan, saadeti buralarda değil evinde aramalıdır. Bu şiirinde de Meyhane'yc benzeyen bir yan vardır. Orada meyhane hakkındaki olumsuz düşüncelerini, tasvir özelliği taşıyan bir üslupla aktarmıştı. Meyhaneyi tasvir etmiş ve meyhane karşısındaki tavrını ortaya koymuştu. Bunu üçüncü kişi ağzından yapmıştı. Mahalle Kahvesi'nde de anlatımını üçüncü kişi ağzından yapar. İlk söyledikleri şunlar olur "Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler, Bu, gündüzün bile yol vermeyen, haramiler, Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne... Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe! Evet, dilenci sanır seyr eden kıyafetini; Fakat bir onluğa âgûş açan sefaletini, Görüp de rikkate şayan, biraz sokulsa, hemen, Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden! "s. 103 Görüldüğü gibi şiirin ilk kısmında yine kahve hakındaki düşünceleri yer alıyor. Burada bazı benzetmeler yapıyor. Kişileştirmeye de başvurarak kahveyi dilenciye benzetiyor. Sonra cani, harami diyor. Dilenci ile sefalet, harami ile yol kesme ilişkisini kuruyor. İşi yol kesmede bırakmıyor cinayete kadar vardırıyor. İnsanı işinden gücünden alıp, yolundan koyduğu için kıymak fiilini kullanıyor. Frengiden daha tehlikeli bulduğu, ülke için yüz karası gördüğü hatta ülkeyle sınırlamayıp tüm Doğu'nun en kanlı yarası olarak nitelediği bu kuruma büyük bir nefretle bakıyor. Ve daha şiirinin başında, "Mahalle kahvesi hala niçin kapanmamalı? Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! "s. 102 -dizeleriyle haykırır. Arkasından, "Hayatımızda gediktir "gedikli" nâmıyle, Açık durur koca bir kavmin ihtimamiyle! " s. 103 demek suretiyle açık bir biçimde toplumdan şikayetçi olur. Tarihinde övünülecek pek çok kurum oluşturmuş bir toplumun mirasçılarının bu kuramlara sahip çıkmayışına kızgındır. İyi kuramlara sahip çıkılmayıp, tam tersine kötü kurumlara sahip çıkıldığı için kızgınlığı daha da artmakta öfkeye dönüşmektedir. Mehmet Akif bundan sonraki satırlarında bir kez daha kahveyi katil olarak niteler. Bu kez o tüm Doğu'nun katilidir. Üzerine ölü toprağı serpilmiş, zavallı ümmet o çukurda ölmeden gömülmekte ruhunu, idrakini yitirmektedir. Akif üç beyitle kahvehaneyi ve oradaki havayı yansıtır. "Muhit-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar Girince nûr-ı nazar simsiyah olur da çıkar! Yatar zemîn-i sefilinde en kesîf eşbâh, Yüzer havâ-yı sakilinde en habîs ervah. Dehan-ı lâ'nete benzer yarıklarıyla tavan, Kusar içinde neler varsa hatıratından! " s. 102-3 Bu tasvir Meyhane 'deki ilk tasvire benziyor. Onun gibi ağır bir dil kullanılması yanında yine mekanın pisliğinden, sefilliğinden, karanlığından, havasının ağır ve bunaltıcı oluşundan, duvarların lanet içeren yarıklarından söz edilir. Meyhane şiirindeki yarıklardan yıkılmış yuvaların iniltisi gelmekteydi. Burada ise yarıklar bazı hatıralar kusmaktadır. Akif, bu hatıra kısmında bizi geçmişe götürür ve ecdadımızın neler yaptığını anlatır. Tarihimizde bir tek "kahvehane" dışında yapılan her kurum güzel, hayırlı ve olumludur. Ancak bugünkü nesil hastane, imaret, kanal, köprü, sebil, çeşmeler gibi kurum ve yapıları yıkmış, viraneye çevirmiş, yok etmiş; onların yerine birer birer kahvehaneler yapmıştır. İşte bu aymazlık nedeniyle Akif toplumu karşısında ümitsizliğe düşer. İronik bir tavırla onları iğneleyip uyandırmaya çalışır. Bu arada meyhane ve mahalle kahvesi yerine aile hayatını koymak suretiyle bir alternatif sunar. Bu alternatif aynı zamanda şiirin temasını oluşturur. Meyhane ve mahalle kahvesi toplumun kanayan yarasıdır. Bu yaranın iyileştirilmesi erkeklerin evlerine bağlanmaları ile sağlanacaktır. Bu nedenle aile hayatı en büyük saadet olarak gösterilir. "Hayât-ı aile" isminde bir ma'işet var; Sa'âdet ancak odur... Dense hangimiz anlar? Hayât-ı aile dünyâda en safâlı hayât, Fakat o alemi bizler tanır mıyız heyhat! Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle; Evinde akşam olursan kemâl-i izzetle; Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa, Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa; Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı? İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı? Karın nedîme-i ruhun; çocukların ruhun; Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masun. Sıkıldın öyle mi! Lâkin, biraz alışsan eğer, Feza kadar sana vâsi1 gelir bu dar çember. Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve? Gelin de bir bakalım...Buyrun işte bir kahve" Aile hayatının önce dar ve sıkıntılı geleceğini, ancak biraz alışıldığında anne, baba, eş, çocuklar ve başka yakınlardan oluşan kadrosu ile zenginlik ve genişlik kazanacağını söyleyen Akif, evine sığamayıp kahveye gidenleri neyin oraya çektiğini anlayamaz. Çünkü ona göre kahve, mekanı ve insan kadrosuyla imrenilecek değil, iğrenilecek bir yerdir. İğrenç bulduğu mekanın ayrıntılı bir tasvirini yapar. Bu tasvir tıpkı Meyhane 'nin ikinci bölümündeki gibi açık, sade ve somut bir tasvirdir. Mahalle Kahvesi’ndeki bu tasvirin Meyhane' dekinden farkı epeyce geniş tutulmuş olmasıdır. Meyhanede 14 dizeyle sınırlı kalan tasvir Mahalle Kahvesi'nde 64 dizeye yükselir. Burada da tıpkı Meyhane 'de olduğu gibi önce binanın önünden söz edilir. Kapının çamuru, üstünde yer alan deliği ve önündeki pis eşiğinden bahsedildikten sonra içeri geçilir. Zemin de kapı gibi pistir. Öyleki yerin taş döşemesinin cinsi fark edilmemektedir. Akif bu konuda emin konuşmaz ve döşemenin malta olduğunu "-malta imiş" ifadesini kullanarak belirtir. Tavan, duvar, ocak ile mekanın genel görünümü tamamlanır. Sıra sağda solda görünen eşyalara gelmiştir. Onlar da şu şekilde tanıtılır "Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al, Vücûdu kapkara, leylek bacaklı bir mangal. Şu var ki bilmeyen insan görürse birden eğer, "Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli!" der. Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli Tomar sürükleniyor, bir yatak besbelli Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı, Zavallının, güveden, lîme lîme hep sırtı. Kurur bu örtünün üstünde yağlı bir mendil; Ki "bir tependen inersem!" diyen hasır zenbil; Onun hizasına gelmez mi, bir döner şöyle; Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle! " s. 104 Kahve kapısının önünde ve içerdeki görüntüde hakim olan öğe pislik ve eskiliktir. Hatırlanacağı gibi meyhanenin de dışı harap, içindeki her şey de pis ve eskiydi. Meyhane şiirinde ana hatlarıyla yapılan tasvir 14 dizede tamamlanmıştı. Mahalle Kahvesinde ise tasvir duvardaki dolabın içindekilerden bahsedilerek genişletilmiştir. Bu dolapta sülük kavanozları, kan almak için kullanılan boynuzlar, kerpeten, usturalar ve havlular bulunmaktadır. Bu tür dolaplar hemen hemen Türk kahvelerinin hepsinde vardır. Çünkü bu kahveler aynı zamanda hem bir berber hem de bir dişçi dükkanıdır. Yerli ve yabancı yazarların Türklerden bahseden eserlerinde kahvelerin bu özellikte çizildiği dikkati çeker. Şiirde kahveyle ilgili tasvir henüz tamamlanmamıştır. Sırada duvarlardaki eşyalar vardır. "Duvarda türlü resimler Alındı Çamlıbeli, Kaçırmış Ayvaz'ı ağlar Köroğlu rahmetli! Arab Üzengi'ye çalmış Şah İsmail gürzü; Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü. Bakındı bak Hacı Bektaş'a Deh demiş duvara! Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra. Birer birer oku sonra mümkünse, ma'na ver... Hayır, hülâsası kâfi, yekûnu ömre sürer Bedâhaten kusulan herze-pâreler ki düşün, Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için! " s. 105 Resimler ve beyitler hemen hemen her semai kahvesinin duvarlarında rastlanan cinsten ve dönemin kültürünün bir ürünüdür. Akif in bunları beğenmediği görülüyor. Burası bir kahve olduğuna göre tabloya elbette oradaki oyun araçlarının tasviriyle devam edilecektir. Bu kısımda da yine iğrendiren bir pislik ve kirliliğe dikkat çekilir. "Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın, Yayılmış üstüne birçok kağıt ki, oynayanın, Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam. Ya tavlanın kiri? Kaabil değildir anlatamam. Harîta-vâri açılmış en orta yerde dama; Beyaz mı taşları, yâhud siyah mı hiç sorma! Hutûtu Gayr-i muayyen hududu memleketin Nazarda haylice idman gerek ki farketsin! Deliklerindeki pislik lebâbeb olsa, yine, Bakınca bunlara gayet temiz kalır domine. Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyadan; Yanında bir de kulaksız tekir... Unutma aman!." Son beyitte ifade edildiği gibi kahvede demirbaş cinsinden anlatılacak bir eşya kalmamıştır. Canlı dekor sayabileceğimiz tekir ile tablo tamamlanır. Meyhane'de olduğu gibi şimdi sıra oradaki insanlara gelmiştir. Mehmet Akif insanları anlatma ya da tasvir yoluna pek fazla gitmez. Daha çok onları eylemleri içinde bize gösterir. Göstermiş oldukları tepkiler ve aralarında geçen konuşmalar aracılığıyla onları tanır ve haklarında bilgi sahibi oluruz. Okuru önce kağıt oynayanların arasına götürür ve onların oyunla ilgili konuşmalarını verir. Bunlar, içinde küfür, argo unsurları barındıran sefil ve seviyesiz sözlerdir. Seyredenler arasından ve başka masalarda oturanlardan söze karışanlar olur. Konuşmalar ağız dalaşı biçiminde sürdürülür. Bu dalaş içinde söz sınırlı da olsa çocuğun eğitimine getirilir. Arada dama oynayanlara da bir göz attıktan sonra medrese ile yeni okulları karşılaştıran müşterilere kulak verilir. Sosyal ve toplumsal konular konuşuluyormuş gibi görünse de tüm konuşmaların ortak noktası seviyesizliktir. Kahveye devam eden insanlar tüm insanî değerleri yitirmiş, ruhen olduğu kadar maddeten de sefil insanlardır. "Seyirciler mütefekkir, güzide bir tabaka; Düşünmelerdeki şiveyse büsbütün başka Kiminde el filân asla karışmıyorken işe, Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe! Al işte "Beyne burundan gerek, demiş de hulul" Taharriyât-ı arnikayla muttasıl meşgul! Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam Zemîne dâire şeklinde yaydı bir balgam; Abanmış olduğu yamru yumru değnekle, Mümâslar çekerek soktu belki yüz şekle " s. 108 Mehmet Akif bu sefaleti böyle ironik biçimde aktardıktan sonra onların iç dünyaları hakkında şu yargıya varır "Ayak teriyle cilalanma tahta peykelere, Külâhlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre Nasîb-i fikr ü zekâdan birinde yok gölge; Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke! " s. 108 Akif in belirttiğine göre bu insanların zeka, idrak ve his melekeleri körlenmiştir. Bu yüzden onlar kişilik ve kimlik sahibi bireyler değil, aynı biçimde hareket eden bir yığının, sürünün elemanıdırlar. Bu elemanlar arasında geçen son konuşma dikkatleri yeniden temaya yöneltir. Tema şiirin ortalarında aile hayatına övgü biçiminde ifadesini bulmuştu. Mutlu yuva bırakılıp kahvenin pis havasında zehirlenmeyi Akif anlamıyordu. Şu konuşmalar ise kahvedekilerin düşüncelerinin Akif gibi olmadığını yansıtıyor. "-Hasan, bizim yeni damat ne oldu anlamadık, -Görünmüyor? -Karı koy vermiyor Herif kılıbık. -Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş... Laf anlamaz dişi mahlûku, durma sen uğraş. -Kim uğraşır a babam, bunca yıllık ehlim iken, Adam hesabına koymam bizim köroğlunu ben. "s 109-110 Konuşmalar bu minval üzerine uzar gider. Ama Akif bunları aktarmaz, koyduğu sıra noktalardan sonra gözü tavandaki yuvaya bağlılığın simgesi olan kırlangıçlara takılır. Oradaki "dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar" , "sizin yuvanız yok mu?" dercesine kahvedekilere bakmaktadırlar. Böylelikle Akif şiirinin sonunda mesajını kırlangıçlar aracılığıyla verir. Karşılaştırma ve Sonuç Mehmet Akif Ersoy, toplumcu ve halkçı yönüyle ön plana çıkmıştır. Son şiirleri nedeniyle gösterilen şaşkınlık karşısında bireysel şiirler yazmayı, kendi duygularını şiire dökmeyi her zaman düşündüğünü belirten Mehmet Akif toplumun içinde bulunduğu koşullar ve ihtiyaçlar nedeniyle bunu çok az yapabilmiş ve aynı koşullara bağlı olarak sanatını toplumun hizmetine adamıştır. Toplumu kötülüklerden kurtarmayı görev bilen Akif, toplum için büyük tehlike olarak gördüğü iki kurumu müstakil iki şiirle değerlendirir. Bu iki şiir birçok yönden büyük benzerlikler gösterir. Mahalle Kahvesi adlı şiiri değerlendirirken bu benzerliklerden söz etmiştik. Burada toplu olarak bir karşılaştırmaya giderek benzerlikleri bir kez daha dikkatlere sunmak istiyoruz. Her iki şiir içerik, biçim, dil ve üslup açılarından ortaklıklar gösterir. Her iki şiirde de işlenen tema birbirinin aynısıdır. Bu tema, aile hayatının dünyada en mutlu, en huzurlu hayat olduğu ve ailenin mutlaka korunması, bu kuruma büyük bir saygı ile yaklaşılması gerekliliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Aile teması işlenirken kadının yeri ve durumu da ortaya konulur. Aile kurumuna zarar veren meyhane ve kahve, erkeklerin gittiği kurumlar oldukları için, aileyi, aile saadetini yıkan kişi ya da taraf olarak erkekler görülür. Akifin şiirinde daima hatalı ve suçlu olan erkeklerdir. Kadın, çocuk ve ihtiyarlar her zaman için suçsuz ve günahsızdırlar. Bunun nedeni de onların olayları etkileme güçlerinin olmayışıdır. Çünkü toplumsal koşullar buna olanak tanımazlar. Hatırlanacağı üzere Osmanlı toplumunda erkek aktif, kadın ise pasiftir. Çocuk ve ihtiyarlar ise cinsleri erkek bile olsa yaş itibariyle aktif olma özelliğini taşımazlar. Mahalle Kahvesfnde aile konusundaki düşünceler çok açık olarak Akifin dilinden verilir. Buna ek olarak şiirin sonunda kahvedeki müşterilerin konuşmaları aracılığıyla tema bir kez daha vurgulanır. Arkadaşlarından birisinin evlendikten sonra kahveye gelmemesi onları üzmüştür. Tabii bu onların değerlendirmesidir. Oysa Hasan doğru olanı ve şairin de destekleyip örnek gösterdiğini yapmaktadır. Sıcak bir yuvaya kavuştuğu için bu zararlı mekanı terketmiştir. Oysa kahvedekiler bu hayatı, karı dırdırı ve evde oturmanın sıkıcılığı nedeniyle çekilmez bulmaktadırlar. Meyhane şiirinde Akif kendi düşüncesini açık olarak söylemez. Meyhane'de kocasını aramaya gelen bir kadının anlattıkları aracılığıyla tema ortaya konulur. Adam kahveye dadandığı için evini annesi, eşi, oğlu ve kızını terketmiştir. Kadın kocasını evine götürmek için meyhaneye gelmiştir. Aile hayatlarını evliliklerinin ilk gününden başlayarak anlatır. Buna göre evlilik öncesi kadının babası tüm ihtiyaçlarını karşılamıştır. İki de çocukları olmuştur. Bu mutluluk adamın meyhaneye dadanmasıyla biter. Adam işi gücü bıraktığından kadın tahta silmeye çamaşıra giderek evini geçindirmeye çalışır. Öğretmenine para götürmediği için oğlu okuldan kovulmuş, babasının sarhoşluğundan dolayı gelinlik kızı neredeyse evde kalmıştır. Maddî manevî büyük sıkıntılar içinde olduklarını söyleyen kadın kocasının eve dönmesi yolunda ordaki insanların kendisini destekleyeceğini zanneder. Oysa onlar kadından yana olmazlar. Tam tersine tahrik edici konuşmalarla zaten içkiden bilincini kaybetmiş olan kocaya kadını boşatırlar. Burada dramatik bir gelişmeyle ailenin yıkılışı verilir. Mahalle Kahvesfnde sonuç ailenin yıkılması noktasına getirilmemiştir. Ancak bilinmelidir ki bu kurum da önünde sonunda aileyi yıkacaktır. Akif e bu şiiri yazdıran da zaten bu kaygıdır. Şiirler biçim açısından da birbirlerine benzerler. Bir kere her ikisi de manzum hikaye tarzında yazılmışlardır. Her iki şiirde de iki ayrı aruz kalıbı kullanılmıştır. Meyhane'mn ilk 22 dizesinden sonraki bölümü ile Mahalle Kahvesfnin tamamı mesnevi biçiminde kafiyelenmiştir. Meyhane'nin ilk 22 dizesi 11 'ejtli iki bent halindedir. Burası şiirin birinci kısmını oluşturur. Bu kısımda Akifin meyhane hakkındaki düşünceleri yer alır. Bu kısım bir yanıyla bir anlatma, bir yanıyla da tasvir özelliği taşır. Buradaki tasvir somut değil, Akifin meyhane üzerine düşüncelerini içeren soyut olarak nitelenebilecek bir tasvirdir. Mahalle Kahvesi iki bölümlük bir şiirdir. Meyhane'deki bölünme biçim ve öze dayanan bir bölünmeydi. Buradaki bölünme ise biçime değil öze bağlıdır. Şiirin ilk bölümünde Meyhane'de olduğu gibi Akifin kahve konusundaki görüşleri yer ahr. Bu kısım Meyhane'ye göre genişlemiştir. Bu kısımda mekan olarak kahvenin ve içindeki insanların tasvirleri ile kahvehane üzerine Akifin görüşleri yer ahr. Burada tarihimize de uzanılarak atalarımızın oluşturduğu kurumlar, bunlar içinde kahvenin yeri ve mirasçıları olarak Türk toplumunun bu kurumlar karşısındaki tavrı anlatılır. Bu nedenle Mahalle Kahvesinin ilk kısmı genişler ve 66 dizeye çıkar. Meyhane'de ilk kısım 22 dizeydi. Meyhane'de 22 dizede söylenenler burada genişlik kazandırılarak 66 dizede söylenmiştir. Temel olarak söylenenler arasında fazla fark yoktur. Her iki şiirin bundan sonraki kısımları tasvirle devam eder. Şair Meyhane'de, "Canım sıkıldı dün akşam sokak sokak gezdim; Sonunda bir yere saptım ki önce bilmezdim. Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâne, Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhane" Mahalle Kahvesi' nde, "Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve? Gelin de bir bakalım...Buyrun işte bir kahve " demek suretiyle okuru tanıtmak istediği mekanların kapısına getirir. Her -iki şiir bundan sonra tasvir ve konuşmalarla devam eder. Bu tasvirler ve konuşmalar şiirlerin hacimleriyle orantılıdır. Meyhane 130, Mahalle Kahvesi ise 234 dizeden oluşmuştu. Buna uygun olarak Meyhanedeki tasvir 12, Mahalle Kahvesfndekı ise 64 dizedir. Meyhane'de dükkanın sefilliği söylendikten sonra sedir, iskemle, tepsi kadeh gibi dükkanda görülen eşyalardan söz edilir. Mahalle Kahvesinde, de aynı sıra izlenir. Dükkanm kapısından içeri girildikten sonra ilk göze çarpan ve orta yerde olan eşyalardan söz edilir. Bu kısım dolabın içindekiler ve duvardaki resimlerin tasviriyle genişletilmiştir. Mahalle Kahvesinde Meyhane'ye kıyasla çok ayrıntılı bir tasvirle karşılaşırız. Şiirlerin ilk kısımlarında karşılaştığımız tasvirler aynı zamanda Akif in düşüncelerini içerir. Bu tasvirler arasında benzerlikler vardır. Bu benzerliği görmek için Mahalle Kahvesinden bir parça alalım. "Muhît-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar Girince nûr-i nazar simsiyah olur da çıkar! Yatar zemîn-i sefilinde en kesif eşbâh, Yüzer havâ-yı sakilinde en habis ervah. Dehân-ı lâ'nete benzer yarıklarıyla tavan, Kusar içinde neler varsa hatıratından ! " s. 102-103 Burada dikkati çeken çevrenin kirliliği, ortamın karanlık oluşu, zeminin sefilliği, insanların ruhsuzluğu, havanın ağırlığıdır. Görüldüğü gibi ruh bunaltan, insanı hayattan, aydınlıktan kopartan bir ortam vardır. Yazımızın başlarında Meyhane'den aldığımız kısım incelendiğinde orada da içinde aşağılık rüzgarı estiği, iyi ruhların kaçıştığı, zemininden ümitsizlik iniltileri geldiği, havasında ölüm karanlığı olduğu, duvardaki yarıklardan yıkılan yuvaların feryatları geldiğinin anlatıldığı görülür. Bu karşılaştırma da gösteriyor ki arada büyük bir benzerlik vardır. Benzerlik daha sonra yapılan iç mekanların somut tasvirlerinde de dikkati çeker. Bu tasvirlerde kapıdan içeri girilip şöyle bir göz atıldığında ilk görülenlerden söz edilir. Örneğin Meyhane'de görülen, teneşirden yapılma masa, bacaksız iskemle, kırık dökük şişeler, çinko tepsi, tezgah niyetine kullanılan yan çevrilmiş kirli bir sandıktan oluşan birkaç eşyadır. Burada özellikle sıfatlara dikkat etmek gerekir. Hemen hepsi olumsuz anlam katarak tamlamalar yapmışlardır. Mekanın zeminindeki ve havasındaki kirlilik eşyalarda da aynıyla mevcuttur. Onlar hem kirli, hem kusurludur. Mekan ve orada gün geçirenler düşünülerek, özel olarak alınmış hiçbir eşya yoktur. Mahalle Kahvesfndeki mekan tasvirinde de aynı durumla karşılaşırız. Kahvenin kapısında insanı karşılayan pislik ve eskiliktir. Üzeri delik olan kapı aynı zamanda çamurludur. Önündeki eşiğin tahta mı toprak mı olduğu da belli değildir. Kuka renginde olan tavan isten ve tütünden maun rengini almıştır. Meyhane'de dükkanın basık tavanlı olduğunu belirten dizeden sonra hemen eş/alar sayılmıştı. Mahalle Kahvesi'nde ise iç mekanı genel olarak tasvir eden dizelerin sayısı 10'a çıkar. Sıra eşyalara gelince ortadaki kara bacaklı mangal, peykelerin yanında sürüklenen kirli bir tomara benzetilmiş yatak ile üzerindeki yağlı pırtı, onun üzerine kurusun diye serilmiş yağlı mendil ve hasır sepetten söz edilir. Burada da hakim olan şey kir ve pisliktir. Tiksindirici bir görüntü ile karşılaşılır. İnsan dışındaki tek canlı olan tekir cinsi kedi bile kulaksız çizilmek suretiyle bu ortama katkı sağlanır. Mekan, içindeki eşyalar ve hatta canlılar, hepsi, hepsi kusurludur. Mahalle Kahvesi'nde içerinin tasvirinin geniş tutulduğunu belirtmiştik. Bu genişlik dolabın içindekiler ve duvardaki resim ve beyitlerin tasviriyle sağlanır. Bu arada tavla, domino, kağıt gibi oyun araçlarından da bahsedilir. Kağıtlar yağlı meşine dönmüş, dominonun delikleri pislikle dolmuş, tavla taşlarının beyazı ile siyahı arasında fark kalmamış, tavla kapılarının sınırları kirden görünmez olduğundan birbirine karışmıştır. Mekanın tasviri tamamlandıktan sonra sıra insanlara gelir. İnsanlar tasvir edilerek tanıtılmazlar. Daha önce de söylediğimiz gibi bunların bireysel kimlikleri yoktur. Meyhane'de, "Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba... Önünde bir küme Fes, takke, hırka, salta, aba Kımıldanıp duruyorken, sefil bir sohbet, " Mahalle Kahvesfnde ise, "Ayak teriyle cilalanma tahta peykelere, Külahlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre " s. 108 dizeleri de gösteriyor ki Akif bunları bir yığın gibi görüyor. Kimlik ve kişilik sahibi görmediğinden eşyalarla ilgi kurarak onları tanımlıyor. Bu nedenle Ahmet, Mehmet vs. yerine fes, takke, hırka diyerek onları eşyalaştırıyor. Bu insanlar da bu mekanlardaki her şey gibi sefildirler. Kendileri sefil oldukları gibi konuşmaları da sefildir. Konuştukları çok ciddi sayılacak konular bile hemen bayağı bir seviyeye düşürülür. Meyhane'deki konuşmalarda para ön planda tutulur. Veresiye içki verip vermeme konusunda müşteri ile meyhaneci ağız dalaşı yaparlar. Küçükler ihtiyarlara hitap ederken sakallı, moruk, çorbacı gibi ad ve sıfatlarla seslenirler. Bu da gösteriyor ki yaş farkı kalmamış, aradaki mesafe kapanmış, samimiyetin yol açtığı senli benlilik yerini laubaliliğe bırakmıştır. Bu, sevgi ve saygının bitmesi anlamına gelmektedir. Meyhanedeki insanlar hakaret sayılacak seslenmelere ek olarak birbirleriyle devamlı surette argo konuşurlar. Meyhane'dz yer alan kısa diyalogda çakmak, dalgası olmak, tünel geçmek, sızmak, dinince dinlenmek, imam suyu gibi argo sözcük ve deyimler geçer. Mahalle Kahvesi'nde de durum değişmez. Uzun kulaklı essek, köpoğlu köpek, itoğlu it, behey geveze, sırıttı aval, mızıkçı, pampin, tirit, zamane piçleri, besmelesiz, küfürbaz, edepsiz, alçak, oğlum, yahu, dişi mahluk ve köroğlu konuşmalar içinde geçen hitap sözleridir. Bunların bir kısmı küfür, bir kısmı ise 'argo niteliğindeki hitaplardır. Bunun yanında burada saymaya gerek görmediğimiz birçok argo sözcük de şiirde yer almaktadır. "-Karışmasan işin olmaz değil mi? Sen de bunak! -Gelirsem öğretirim şimdi... -Ay şu pampine bak! Gelip de öğretecekmiş... Mezarcı Mahmud'a git! Bir üflesen gidecek ha... Tirit mi sade tirit! -Zemâne piçleri! Gördün ya, hepsi besmelesiz... Ne saygı var, ne haya var. Eğer bizim işimiz, Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma! -Herif belâya sokarsın dırıldamp durma! -Mezarcı Mahmud'a git ha? Bakın itoğluna bir! " s. 107 Bu alıntı argo sözleri, küfürleri çok güzel örnekliyor. Alıntının 5. ve 6. dizeleri çok ilginç ve dikkate değer. Saygı ve hayadan söz eden kişi piç, besmelesiz ve kaltaban küfürlerini kullanmakla kendi söylediği ve beklediğiyle çelişkiye düşerken oradaki tüm insanların kültürel ve ruhsal durumunu simgelemiş oluyor. Bu iki şiir hakkında son söz olarak şunları söyleyebiliriz Her iki şiirde de işlenen temalar aynıdır. Bu temanın işleniş biçimi, şiirlerin yapısı, dil ve üslupları arasında da büyük benzerlik var. İki şiir arasındaki tek fark, Mahalle Kahvesi'nin Meyhane'ye oranla hacimli olmasıdır. Bu hacim iki şiirin temelde söylediklerini değiştirmemiştir. Tasvirler ayrıntılandırılmış ve genişletilmiş; aynı biçimde konuşmalar uzatılmıştır. Bu uzatmalar temayı zenginleştirmek ya da yan temaların eklenmesi sonucunu getirmekten ziyade Akif in düşüncelerini daha somut biçimde örneklemesine ve iyice pekiştirmesine yaramıştır. v Refah düzeyi artmış, sağlıklı, kültürlü, mutlu, yüce insanlar ve bunların oluşturduğu bir toplum; yükselerek çağdaş uygarlığın nimetlerinden yararlanan bir ülke istiyorsak iyi kuramlara sahip çıkmak, yozlaşanlarını ıslah etmek, yararlı yeni kurumlar oluşturmak, zararlı kurumlan yok etmek herkesin görevi olmalıdır. Sanatını toplumun hizmetine veren Akif zararlı kurumların ortadan kaldırılması için kalemini kullanmış, onların nasıl bir toplum yaratacağını Meyhane ve Mahalle Kahvesi şiirleriyle örneklendirmiştir. Toplumun çalışma ruhunu öldüren, insanın idrakini söndüren, yuvaları yıkan, aileleri dağıtan bu mekanların mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğini haykırmıştır. "Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı? Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! " s. 102 Notlar 1-Mehmet Akif in şiirlerinin bu gruplanışı hakkında Bedri Aydoğan'ın "Mehmet Akif in Manzum Hikayeleri" adlı yazısına bakılabilir. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Adana, 1996, 2- Büyük Türk Klasikleri, C. l O, Ötüken-Söğüt yayını, istanbul, 1990, Bu bilgi aynı eserin 351. sayfasında da biraz farklılıkla yer almaktadır. 3- Mehmed Akif Ersoy, Safahat Haz M. Ertuğrul DUzdağ, Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Mehmed Akif Araştırmaları Merkezi, İstanbul, 1988, Bu yazımızda Mehmet Akif in şiirlerinden yaptığımız alıntıları bu eserden aktaracağız. Bu nedenle her alıntıda künye vermeyip sadece sayfa numarası vereceğiz. 5-İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Akif Külliyatı, Hikmet Neşriyat, İstanbul 1990, 6- 7-Dizelerin ikişerli olarak birbiriyle kafiyelenmesi klasik şiirimizdeki mesnevi nazım biçiminin en önemli özelliğidir. Bu kafiye tipi mesnevi nazım biçiminden doğmuştur denilebilir. Batı edebiyatında da düz kafiye dediğimiz aynı kafiye tipinin olduğu biliniyor. Bu kafiye tipi de tıpkı mesnevide olduğu gibi düz kafiye nazım biçimiyle bağlantılıdır. Mesnevi tipi kafiyenin özelliği kafiyeleyişte kolaylık ve rahatlık getirmesidir. Mesnevinin binlerce beyit olabileceği düşünülürse uzun soluklu eserlerde bu kafiye tipinin özellikle seçilmesinin nedeni anlaşılır. Mehmet Akifin şiirlerinin çoğunun mesnevi gibi uzun soluklu Her biri bir kitap çık oluşturacak kadar olduğundan bu kafiye tipi çok kullanılmıştır. 8- İmaret kahveleri için bak Osman Nuri Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, Cumhuriyet M., 1939. 9-Mehmet Akifin kahvesi ile yeniçeri kahveleri arasındaki benzerlik ve farklar konusunda bir fikir vermek amacıyla Tarih ve Toplum dergisi 89. sayfadan şu satırları aktarıyoruz "Yeniçeri kahveleri yukardaki satırlarda canlandırılan baldın çıplak külhanilerin sabahtan akşama kadar saz ve söz ve hattâ îş ü nûş, afyon ve esrar ile keyif çatıp eğlendikleri yerlerdi. Hemen hepsi gayet büyük ve fevkalâde süslü olan bu kahvehaneler, umumiyetle İstanbul'un manzarası en güzel yerine, bilhassa denize nazır sur bedenleri üzerine yapılır, yahut, deniz üstüne kazıklarla atılmış salaşlarda kurulurdu. Her kahvenin mahbub köçekleri, kıssahanları, eli ayağı düzgün şâb-ı emred uşakları bulunurdu. Peykeler kilim ve seccadeler, kuzu pöstekileri ile döşenir, duvarlara bektaşi levhaları asılır,yerlere fırdolayı hasır döşenirdi. Tavandan peykelerin hizasına kadar inen camların önü çiçek saksıları, bilhassa fesleğenlerle donatılırdı. Kahvehanenin ortasında daima, etrafı saksılarla süslü bir havuz ve fıskiye bulunurdu. Kahve ocakları ise bir gelin köşesi gibi süslenirdi. Kapaklı ve açık boy boy cezveler, dolap dolap fincanlar, en az birkaç tanesi gümüş ve altın başlıklı billur şişeli olmak üzere nargileler, kehribar ağızlıktı çubuklar, çiçekli oymalı levhalar bir servet teşkil ederdi." 10- Beyoğlu'nda 1880 yılından-sonra kahvelerin sayısı çoğalmıştır. Bu kahveler son derece özenli, güzel tefriş edilmişlerdir. Tefriş biçimi ise Batılıdır. Garson kızların servis yaptığı kahvelerde canlı olarak çalınan Batı müziklerL-d4filenirken~tt8hdurma, pasta yenilir, limonata ve başka içkiler içilir. Bu kahvelerde piket, vist, briç ve tavla gibi oyunlar da oynanır. Müşteriler ise aydın tabakaya mensupturlar. Beyoğlu kahveleri Şinasi, Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Ahmet Rasim gibi sanatçılar ve pek çok jöntürk için vazgeçilmez mekanlardır. Hatta bu kahveler Türk edebiyatına da girmişlerdir. Pek çok roman kahramanı da bu kahvelerin müşterisi olarak karşımıza çıkar. Beyoğlu kahveleri hakkında geniş bilgi için bak Salâh Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Karacan Yayınları, İstanbul 1981. 11-Batakhanelerle ilgili bilgi için bak Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, HazNiyazi Ahmet Banoğlu, Tercüman Yayınları, İstanbul, Tarihsiz. Bu kahvelerin Mehmet Akifin anlattığı kahve ve meyhane ile benzerliklerini göstermek açısından bir bölüm aktarmayı yararlı görüyoruz. "Esrarkeş Kahveleri, Esrarkeş denilen adamlar, bütün vakitlerini kendilerine mahsus kahvehanelerde geçirirlerdi. Esrar kahveleri Tahtakale, Tophane, Silivrikapı, Mevlevihanekapı yakınında ve bir de İshakpaşa'ya inen yokuşta idi. Bu yerler bildiğimiz kahvehanelere hiç benzemezdi. İçeri gayet pis, murdar, tavanları isle kararmış, her tarafını örümcek ağları sarmış, sıvaları dökülmüş, camları asla silinmemiş, karanlık, iğrenç kokular saçan birer sefalet yuvası idiler. İçerisinde birkaç kerevet, bir kırık su testisi, paslı bir tas bulunur ve her birinde barınan yedişer kişisine Kıdemli dede denirdi. Bu dedeler, kımıldamağa mecali kalmamış, birtakım miskin ve tiksinti veren ihtiyarlardı. Vaktiyle tenbellik veya sefahat, yahut yaratılışlarının şevkiyle bu sefalet batağına düşmüşler ve günden güne insanlıklarını kaybetmişlerdi." Bu alıntıdaki mekan ile Mehmet Akifin Meyhane şiirinde karşılaştığımız mekan arasında büyük bir benzerlik görülüyor. Aynı şekilde buradaki insan ile Meyhane ve Mahalle Kahvesfndeki insan arasında da benzerlikler hemen farkedilecek düzeydedir. Yukarda yeniçeri kahveleri ile yaptığımız alıntıdaki kahveden Mehmet Akifin şiirine yansıyan duvardaki bektaşi levhaları olmuştur. O alıntaya dikkat edilirse yeniçeri kahveleri aslında son derece düzenli bir görünüm arz etmektedirler. Yine alıntıya göre oradaki hava da son derece ferah ve iç açıcıdır. Mehmet Akif zararlı yönlerinin ağır basması nedeniyle haklı olarak bu kurumu düşman gördüğü için bu ferah havayı yansıtmamıştır İstiklal harbini zafere götüren süreçte kürsülerdeki konuşmalarıyla, at sırtında yaptığı seyahatlerle, birçok zahmetle çıkardığı dergilerle insanlığı aydınlatmış, umut ışığı olmuştur. O sadece istiklal şairi değildir, mücadeleci, cimrilikten nefret eden, vatansever, yalansız güvenilir ve sözünde duran özellikleri ile örnek bir şahsiyettir. Milli ve manevi değerleri yüreğinde hisseden, bilgisini heyecanını umudunu milletiyle paylaşan diriliş harekâtının başlamasına, mücadele ruhunun alevlenmesine öncülük eden şahsiyetlerden biridir Mehmet Akif. İstiklal harbini zafere götüren süreçte kürsülerdeki konuşmalarıyla, at sırtında yaptığı seyahatlerle, birçokzahmetle çıkardığı dergilerle insanlığı aydınlatmış, umut ışığı olmuştur. O sadece istiklal şairi değildir, mücadeleci, cimrilikten nefret eden,vatansever, yalansız güvenilir ve sözünde duran özellikleri ile örnek bir Akif in hayatında had yıkılışını görüyorsunuz ve gözünüzün önünde birer birer tüm parçalar koparken, Akif’in yüreğinden parçalar dökülüyordu adeta. Yürek yangınını kaleminden dökülen mısralarından anlarız ki yazdıkları ya ayetin yada hadisin açıklamasıdır. Mehmet Akif yaşadığını yazan şair, ilham kaynağı yüksek hayaller değil, gerçekçi.“Ben şiirde hayâle dalmam, her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim.” diyor. Manzum hikâyeleri onun bu söylediklerini doğrulamaktadır. Bir beytinde “Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim, İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.” Diyen Akif, görüp de duymaktan yanadır. Mehmet Akif Ersoy, İstiklal mücadelesi veren bu milletin zaman içerisinde nasıl çözüldüğünü, benliğinden uzaklaşıp taklitçi batı hayranlığına dönüşen hayatları şu mısralarda anlatıyor. “Ya Rab! Böyle mi olacaktı, benim cennet yurdum? Baktım da etrafıma yalnızım, ağladım durdum. Bir mana veremedim, şu Milâdî yıl başına! Şaştım da kaldım, Müslümanların vah telaşına! Çevirdim başımı, nereye ettimse bir nazar. Gördüm ki, noel için hazır, yer-yer çarşı-pazar. Maziyi düşündüm de, hayran oldum istiklâle Ecdadıma söz verdim, varmak için istikbâle,” Mehmet Akif nükteleriylede insanlara örnek teşkil etmiştir. Yazının Devamı İçin Abone Olmalısınız EğitimManzum Hikaye Nedir, Özellikleri Nelerdir? Manzum Hikaye Yazarları Kimlerdir?HaberlerEğitimManzum Hikaye Nedir, Özellikleri Nelerdir? Manzum Hikaye Yazarları Kimlerdir?Çeşitli hikaye türleri bulunmaktadır. Manzum hikayeler de bu türlerin arasında yer almaktadır. Manzum hikayeler nedir? Manzum hikayelerin özelliklerini ve yazarlarını sizler için - 0552 Son Güncellenme - 0552 Güncelleme - 0552 Manzum hikaye, nazım şeklinde yazılan hikayelerdir. Bir hikayeyi çeşitli şekillerde yazabilmek mümkündür. Bir hikayenin nazım şekilde ele alınması manzum hikaye olarak adlandırılmaktadır ve çeşitli edebiyatçılar tarafından sıklıkla gerçekleştirilmiştir. Manzum Hikaye Nedir? Manzum hikaye, nazım şeklinde yani şiir biçiminde yazılmış hikayelerdir. Diğer yandan bu tür hikayelerde didaktik şiir özelliği görülmektedir. Normal şekilde yazılan hikayelerde bulunan tüm özellikler manzum hikayelerde de bulunur. Manzum hikaye özellikleri şöyle sıralanabilir manzum hikayeler edebi yazılardır. Bir olay anlatılır ya da öğüt verilir. Giriş gelişme ve sonuç bölümleri bulunmaktadır. Düşündürücü ve eğitici yazılardır. Manzum hikayelerde her türlü olay işlenebilir. Dörtlük, beyit, bent şeklinde de yazılabilmektedir. Manzum Hikaye Yazarları Manzum hikaye yazma, edebiyatımızda tanzimat döneminden itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu türün ilk temsilcileri arasında Muallim Naci ile Recaizade Mahmud Ekrem bulunuyordu. Manzum hikaye, Servet-i Fünun döneminde en etkili haline ulaştı. Tevfik Fikret, buradaki en önemli temsilcisi haline geldi. Mehmet Akif Ersoy da manzum hikaye yazarları arasında yer alıyordu.

mehmet akif ersoy manzum hikayeleri